DİREN ANNEM, DİREN!

Hiç düşünmemiştim annemin bizi bırakıp gideceğini…Mutlaka iyileşecek ve birlikte evimize dönecektik. O her zaman güçlü olmuştu. Ne zorluklara, hastalıklara direnmiş, kaç ameliyat atlatmıştı. Hastanede kaldığımız 11 gün boyunca hiç umudumu yitirmemiştim. Son üç gün gözlerini kapatıp benimle ilişkisini kestiğinde de öperek “Hadi annem, hadi uyan, aç gözlerini, babam evde bizi bekliyor.” diyordum.   Son üç gün monitöre bağlamışlardı. Gözüm sürekli monitördeydi. Uyuyamıyordum. İki gün her şey iyi gitti. Üçüncü gün oksijen değerlerini izlerken oksijen seviyesinin hızla düşmeye başladığını görünce sağlık görevlilerine bağırdım “Yetişin” diye. Bütün hemşire ve doktorlar odaya geldi ekrandaki değerleri görünce “Müdahale edeceğiz.” dediler ve beni dışarı çıkardılar. Bir görevli beni doktor dinlenme odasına oturttu, gözyaşlarımı silmem için bir elime mendil, diğer elime de bir şişe su verdi.  Bir yandan ağlıyor, bir yandan “Diren annem, diren!” diyordum. “Diren Kazdağı” demiştik bugüne kadar.  Bir saat süren müdahale boyunca “Annem direnecek, eve döneceğiz ve o yine balkondaki kuşlarına-çocuklara yem  verecek.” diyordum.  Doktor yanıma gelip “Müdahale ettik, şu anda makinaya bağlı ama durumu sıkıntılı.” dedi. “Çok şükür, annem atlatacak.” dedim doktora. Yanına gitmek istedim, izin vermediler. Bir saat daha “Diren annem, diren canımın içi.” diye umudumu diri tuttum, ta ki doktor gelip “Annenizin kalbi durdu.” diyene kadar…Kabullenmek çok zordu. Olamazdı, annem bizi bırakamazdı, direniyordu, direnmeliydi…

Gerçekle yüzleşmek çok zor oldu…Kardeşim ve Ayşe geldi hastaneye…Annem odada yatağın üstünde bir battaniyenin altında yatarken eşyaları toplamak ve odayı boşaltmak zorunda kalmak öyle acıydı ki…Kısa süren işlemlerden sonra annemizi alıp gece Erbaa’ya geldik. Annemi hastane morguna bırakmak çok ağır geldi. Oysa evimize birlikte dönecektik. Diğer kardeşim evde babamın yanındaydı. Biz eve yaklaşana kadar söyleyememiş babama…Sonra da dizine yatıp ağlamış.  Eve gelip babamı görüp doyasıya sarılamayınca kendimi attım banyoya…Bir saat çıkamadım suyun altından. Sanki su temizleyecekti bütün üzerime, içime yapıştığını düşündüğüm virüslerden, acılardan.

O gece kabuslarla geçti. Kah uyudum, kah uyandım. Annemin melek yüzü gözlerimin önündeydi.  Annem köyüne gömülmeyi vasiyet etmişti bize, eski küçük mezarlığa, annesi ve küçücükken kaybettiği evladının, ablamızın yanına… Vasiyetini yerine getirecektik…Kardeşlerle birlikte hastaneye gittik.  Evde bir çekmecesine sakladığım kendi yaptığı liflerden mor çiçekli olanı, dantelli eflatun havluyu ve zeytinyağlı sabunumuzu aldım yanıma. Bir oyalı yazma ve bir de beyaz tülbent. İki kadınla beraber yıkadım annemi getirdiğimiz lifle ve sabunla. Çok severdi yıkanmayı ve yıkamayı. Söyledim kadınlara acele etmeyin diye. Doyasıya yıkadık. Melek gibiydi, sakin, dingin bir yüzü vardı. Beyaz kefeni kadınlarla birlikte giydirdik…Yüzünü açık bırakıp kardeşlerimi çağırdım son kez görmeleri için. Küçük kardeşim geldi. Sevdi annemin yüzünü göz yaşları içinde…O kara torbaya koymak çok zor geldi…

Evimizin önüne getirdik annemi, komşular toplanmıştı. Helallik istedi babam. Hepsi “Helal olsun, helal olsun, helal olsun.” dedi.  Çok sevdiği köyüne, annesinin yanına götürdük. Kucağımda annemin resmi ile girdim mezarlığa.  Üzerine atılan her bir kürek toprak onu ayırıyordu bizden…Toprağı çok severdi. Her yağmur sonrası pencereyi açar, toprak kokusunu içine çekerdi. Son bir kürek toprak da konuldu üstüne. Çok sevdiği yaylamızdan gelen sarı yayla çiçeklerini koydum üstüne. Başına da annelerimizin simgesi beyaz tülbentini bağladım, al yeşil oyalı. Baş tahtasının üstüne adını yazdım. “Ali Kızı” yazmıştım gayri ihtiyari. Herkes gidince biz de mezarlıktan ayrıldık…500 metre gitmiştik ki,” Neden babasının adını yazdım ki?” diye huzursuz oldum. Oysa onun çok sevdiği bir annesi vardı genç yaşında kaybettiği, doyamadığı. Üstelik, son zamanlarında, babasının annesine yaptıklarını anlatır, kızardı. “Dönelim.” dedim arabayı kullanan arkadaşımıza. Mezarlığa geri döndük. Baş tahtasına “Şerife Kızı” diye ekledim…İçim rahatladı. Feminist yanlarımı annemden almıştım. Kendi koşullarda kadınların haklarını savunur, etrafındaki tüm kadınlarla dayanışırdı.

Annem nasıl birisi mi? Onu önce mahallemizde karşı apartmandaki komşumuz Pınar’ın bana yazdıkları ile tanıyalım:

“Hatice Hanım Teyzem mahallemizin neşesiydi, gülüydü, çiçeğiydi, Çınar’ıydı…Annemizdi…Benim güler yüzlü tombişimdi. Ben onların hatırına bu mahallede huzur buluyordum. Gelip geçerken O’nun o gül yüzünü gördükçe mutlu oluyordum. Büyük küçük bakmaz, geldi gitti aramaz sürekli dolanır, kapımızı iter beni, bizi ihya ederdi. Onunla otururken hiç sıkılmazdım. Sohbetini, muhabbetini çok severdim. O bambaşkaydı. Gerçekten Hayri Amcamın da dediği gibi çok asildi.

Rahmetli kayınvalidem zamanında da bizi çok sık dolaşırdı, onu kaybettikten sonra da beni hiç ama hiç yalnız bırakmadı. Ben O’nu anne gibi sevdim, çok alışmıştım çok….

Kaç gündür kendimde değilim. Gözüm hep sizin evde, sizin balkonda. Yokluğu öyle belli ki…Perdeleri açıp kapatırken bakıyorum, “Yerin boş kaldı tombişim.” diyorum. Bizim küçüklerde beni duyuyor, biz de çok özlüyoruz anne Hatice babaanneyi diyorlar.

İlk kaybettiğimiz akşam uzunca bir süre oturma odasının camından ağlayarak öylece sizi evi izledim. Oturma odası camınızın perdesi açıktı tam karşımda sen vardın. Sana baktım baktım sabırlar dileyerek ağladım. Hatice teyzem gibi çok güzelsin, ona o kadar çok benziyorsun ki, sanki karşımda o vardı. Sizler bize  onun yadigarısınız. Allah sizlere hayırlı uzun ömürler versin, sabrı Cemil İhsan eylesin. Hatice Teyzeminde mekanı cennet, kabri pür nur, derecesi Alî olsun. Yanınıza gelip üzüntünüzü paylaşamadım ama manen bende, bizler de, eşim, annem, görümcem ve ailesi olmak üzere acınızı içimizde derinden yaşadık. Kızım Kanada da ona halen acı haberi veremedim. Hasta olduğunu söylemiştim durumu kritik diyorlar demiştim. “Anne birşey olmasın Tombişime…Ben dayanamam bu üzüntüye.”  dedi Nida. Halen saklıyoruz söyleyemedik. O hepimizin tombişi idi. O’nu Hayri Amcamın Hatice Teyzeme yazdığı şiirden esinlenerek kızım Nida ile, “Ela Gözlüm” diye severdik. 

Hayri Amca ve Hatice Hanım Teyzem gibi saygın, asil, cömert, gerçekten hanım ve efendi, ana-baba gibi büyüklerimiz, Çınar’larımızla komşu olmaktan her zaman onur ve gurur duyduk. İyi ki bu dünyada onunla tanışma, yakınlaşma komşu olma, hatta komşuluktan da öte aile gibi olma şansımız olduğu için kendimi çok mutlu hissediyorum. Allah c.c Hatice Hanım Teyzemle, cennetin de de Peygamber efendimize, bizlere komşu olmayı nasip etsin. Birçok anı biriktirdik onunla… O dualarımızda, kalplerimizde ve gönüllerimiz de her daim yaşayacak.  Ruhu şad olsun.”

Pınar öyle güzel anlatmış ki annemi…Ne eklenir bilemedim…

Annem 1930’da Erbaa’nın Emeri Köyü’nde doğmuş. Babası köyün ağalarından, Ali Ağa. Ama o bildiğimiz zengin ağalardan değil. Yaptıklarıyla saygın biri…Beş kız ve iki erkek kardeşler. Anneleri Şerife Ninem annem 20 yaşında iken elleri hamur teknesinde iken kalpten vefat etmiş.  Çok özlerdi annesini. Sülale, Malatya taraflarından gelip Erbaa’ya yerleşen Karakeçili aşiretinden. Mayıs ayında koyunlarını alıp otlata otlata bir ayda Karagöl Dağları’na göçer, 4-5 ay yaylada kalır,  ekim ayında yine koyunları otlata otlata bir ayda köylerine dönerlerdi. Sülalemizden  hala devam ettirenler var yaylacılığı.

Babam Ladik Köy Enstitüsü’nü bitirince ilk atandığı yer annemin köyü…Babaannem annemi görüp beğenir ve dünür olur. Ali Dedem de kızını bir öğretmenle evlendirmekten mutlu olur.  Evlenirler ve bir erkek evlatları olur. Babam sonra kendi köyüne tayin ister. Zilhor Köyü’ne taşınırlar.

Babam 1939 Erzincan depreminde ailesinin büyük kısmını, kardeşlerini, geçimlik ineklerini kaybetmiş, evleri yıkılmıştır. Sonraki yıllarda tüm tarlaları da hapse giren babası ve alkolik amcaları yüzünden satılmıştır. Yoksul düşmüşlerdir. Birkaç dönüm tütün yapabilirler. Öğretmen maaşıyla geçinmeleri zordur. Babannem kocası ölünce kocasının kardeşi-babamın alkolik amcası- ile evlenmek zorunda kalmıştır. Köyde dul kadın olmak zordur. İstiklal Savaşına katılmış ve büyük travmalar atlatmış olan büyük amca dede çareyi alkolde aramıştır. O kadar aydın, o kadar iyi kalpli bir dedeydi ki, köye gittiğimde onunla konuşmaktan çok mutlu olurdum. Ama aklına bir kez alkol düşmeye görsün, gözü hiçbir şeyi görmez, ya babamın parasını aşırır, ya babamın saatini rehin verir, para bulamazsa babamın adına borç yaparak içerdi. Babamı çok zor durumlarda bırakırdı, babam onun varlığından utanır hale gelmişti.

Babam da üzüntü ile ülser olur, bağırsakları düğümlenir, ölümlerden döner. Bir yandan da yoksul kardeşi ve onun ailesine bakar. Zor günler geçirirler. Annem ikinci çocuğunu doğurur, Ayten Ablamız daha bir yaşına gelmeden doktorsuzluktan yakalandığı bir hastalıktan kurtulamaz ve ölür. Annem çok üzülür. Arkasından ben doğarım ve benimle teselli bulur. Ben sakin bir bebekmişim allahtan. Çok üzmemişim. Beni uyutup tarlaya gidermiş, beni köye yerleşen bir çingeneye, Kezban Teyzeye emanet edermiş. Uyanıp acıktığımda Kezban Teyze boş memeleri ile beni emzirirmiş. Oynamayı ve sepetleri çok sevmemin nedeni süt annem olsa gerek.  Sonra da kardeşim Tahir’i dünyaya getirir.

Babam askerliğini Amasya’da Ali Okulu’nda  öğretmen olarak yaptı, bir yandan da Eğitim Fakültesi dışardan bitirme sınavlarını girerek  ilkokul öğretmenliğinden ortaokul-lise öğretmenliğine geçiş yaptı  ve Niksar’a tayini çıktı. Niksar’da çok güzel yıllar geçirdik. Öğretmen aileleri arasında müthiş bir dayanışma vardı. Annem o zamanın modası döpiyes giyer, saçlarını perma yaptırırdı. Piknikler, yılbaşı kutlamaları, hıdırellez  piknikleri, çevre gezileri….

Sonra Erbaa yılları. Erbaa’da haftada bir gün pazar kurulur, köylüler pazara gelirdi. O gün bizim ev dolar taşardı. Annemin ve babamın köylerinden akrabalar önce bize gelir, yenilir içilirdi.  Bir de gelenler annem tarafından banyoya sokulur ve yıkanırdı…Yaşlanan ninem de bizimle yaşamaya başlamıştı. Bizlere çok düşkündü.

Bırakın odayı, bu süreçte yalnız bana ait bir yatağım hiç olmadı…Yıllarca sülaleden en az bir çocuk bizim evde okurdu. Yataklar paylaşılırdı. Annem sülalesinin çocukları da okusun isterdi. Hepsiyle ilgilenir, yedirir içirir, yıkardı. Yıllarca böyle oldu.

Büyümeye başladık. Önce abim uçtu yuvadan. Ortaokul 2. Sınıfta Tokat Gaziosman Paşa Parasız Yatılı Lisesini kazandı gitti. Ardından ben İstanbul’a Robert Kolej’e, sonra da üç numaramız Tahir ise Deniz Lisesi’ne. Üç çocuğu aynı zamanda dışarda okuyordu. Allahtan Bilge doğmuştu 11 yıl sonra. Onunla avunuyordu. Tekne kazıntısı derdi. Sonra daha 11 yaşındaki Bilge’yi de Diyarbakır Anadolu Lisesi’ne uçurdu. Kalbine bir ateş daha düştü.  Dört evladından hiç biri yanında değildi. Hep evlat hasreti çekti. Bayram ve yaz tatillerde eve gelirdik. Çok mutlu olurdu. Ne yedireceğini, ne içireceğini şaşırırdı.  Bizlerin her evden ayrılışımızda bodruma girip ağlarmış kimse görmesin diye…Abim yurtdışına Amerika’ya gidip de 8 sene gelemeyince bu sürede döktüğü gözyaşı sel olur Kelkit Irmağına varırdı mutlaka.

Hele üniversite yıllarımızda ve hemen sonrasında o kadar üzdük ki annemizi.  Abim KTÜ’de olayların içindeydi, ben 1976-1980 dönemi, ODTÜ’de.   Gençtik, heyecanlıydık, ülkemizi kurtaracaktık. Her gün olayların içindeydik…Sene 1977. “ODTÜ’de öğrencilerin üzerine bomba atıldı, bir öğrenci öldü, 52 öğrenci yaralı.”  Acaba yüreği nasıl dayanmıştı bu haberi dinlerken televizyonlarda? Ben de oradaydım, üstümüze kurşun yağdırılmış ve aynı zamanda da bomba atılmıştı. İbrahim arkadaşımız hemen yanı başımdaydı ve onu hastaneye ben ve bir arkadaşım götürmüştük arabayla. Kurtulamamıştı…Ben ise şans eseri kurtulmuştum kurşunlardan ve şarapnel parçalarından… Kardeşim askeri okulda hapse girer, ben de kısa bir Mamak yolculuğu ile hapishanelere tanık oluruz. Çoğumuzun anneleri gibi aklı çocuklarında, birkaç gün haber alamasa küt küt atar yüreği…Neyse ki Abim Amerika’ya yüksek lisansa giderek kurtulmuştu son dönem olaylarından. Annemiz en azından artık onun canından endişe etmiyordu…Ailelerimiz için kötü yıllardı…O yıllar geçti. Evlendik, çola çocuğa karıştık. Bizler evlendikçe mutlu oldu. Artık birer ailemiz vardı. Belki daha az endişe eder olmuştu.

Annemi biraz daha anlatayım;

Annem sülalenin annesi, mahallenin annesi, herkesin annesi idi. Okur yazarlığı yoktu. Çok zeki idi. Müthiş bir hafızası vardı. Herkesi sorar, herkesten haber almaya çalışırdı. Tüm sülalesinin derdi, onun derdi idi. Evlenecek olanın derdine o düşer, hastaneye gidecek olanı dert edinirdi.  Sülalenin kadınlarının önüne düşer, doğum kontrollarını yaptırırdı.

Bizden çok o bizi arardı. Kendi telefon edemediğinden babama arattırırdı. Ben çok dik kafalı ve inatmışım gençken. Adım keçi kıza çıkmıştı. Beni özleyince babama “Ara bul bana şu keçi kızımı.” dermiş…Babam da arardı, “Annen seni özlemiş yine.” derdi.

Bizlerde gelip kalırlardı arada bir. Tüm arkadaşlarımızın kalplerini fethederlerdi. Son gününe kadar tüm tanıdığı arkadaşlarımı, çocuklarını, torunlarını sorardı. Benden çok detay hatırlardı.

Çocukluğumda her yaz Karagöl Yaylalarına giderdik. Çok sevdiğim Şeker Teyzem’in obasında kalırdık. Annem Şeker Abu’suna çok düşkündü.  Onun yeri başkaydı. Engin yürekli, bilge bir kadındı. Ben de yaylayı çok severdim.  Dağlara o zamanlardan düşkündüm. Arada bir koyun sağanlara, ev işlerine yardım eder, diğer zamanlarda bol bol kitap okuyup radyo tiyatrosu dinlerdim. Huzur bulurdum Karagöl Dağları’nda. Ağabeylerine ve kız kardeşlerine çok düşkündün.

şeker_halam

Yayla düğünleri bir başka güzel olurdu. Annem çok güzel ata binerdi. Gelin almaya giden Yengelerin arasında olurdu çoğu zaman. Çok güzel sırıma yün yorgan diker, kilim dokur, keçe yapar, örgü örerdi. Bir de çok hızlı dikiş dikerdi. Eskiden her şey dikilirdi ya: Külotlar, pijamalar, gecelikler, elbiseler, gömlekler, etekler. Annem de sülalenin dikişçisi idi. Kumaşını alan gelir, o da ayaklı singer dikiş makinası ile herkesin işini görür, kimseyi geri çevirmezdi.

Bana çok güzel elbiseler dikerdi. Niksar’da okul çıkışı yokuş aşağı koşarken bir kamyon ile karşı karşıya kalmışım, kamyonun altında kalmaktan zor kurtulmuşum, oracıkta bayılmışım. Yaklaşık bir ay evde yatmışım. İyileşip kalktığımda bana giydirmek için kırmızı puantiyeli, fırfırlı bir elbise dikmişti. Hiç unutmam o elbisemi…Yakın zamana  kadar hala dikiş makinasını kullanır, kendine gömlekler dikerdi.

Hiçbir şeyi israf etmez, değerlendirirdi. Açık elektriklere çok kızar, kapattırırdı. Eski evimizde kiracı var.  Ufacık da olsa kira gelirleri onundu. O parayı biriktirir, akrabaları arasında ihtiyacı olanlara gönderir,  torunlarına harçlık verirdi.  Sıkı örgütçüydü. Bir yakın akrabamızın çatısı onarılacaktı ama yeterli parası yoktu.  İki hafta kadar önce kendi biriktirdiği bir miktar parayla, bizlerden ve babamdan istediği paraları toparlayıp akrabasına göndermişti.   Şimdi başlamışlar çatıyı onarmaya. Annem de huzur bulmuştur.

Canım annem, en çok da çocuklarının arasındaki sevgi ve dayanışmaya sevinirdin. “Hiç kopmayın birbirinizden.” derdin. Bir araya geldiğimizde çok mutlu olurdun. Merak etme, evlatların birbirlerini, seni, babamızı çok seviyor annem. Kopmayacağız birbirimizden. Oğulların öyle çok çırpındı ki senin için. Çok ağladılar. Sana ne kadar düşkün olduklarına bir kez daha anladım. 

Amerika’dan, İtalya’dan, Avusturya’dan torunların ve torunlarının çocukları çok gözyaşı döktü senin için. Çoğunun düğünü yapmış, kınalarını yakmıştın. Sana videolar hazırlayıp gönderdiler hastanede iken, hepsini izledin, dinledin, ellerinle dokundun, tek tek öptün onları…Zeynebim senin adını kolyesine yazdırmış. Seni kaybettiğimiz gece helva dökmüş Roma’larda. Konu komşusuna  dağıtmış…Senin için çok güzel şeyler yazdı. Toprak “Büyük annannesi” için çok üzülmüş. Çok az gördün Toprağı.   “Dede Mecit, Çay!” diye seslenişini hatırlardın hep.

Babam 67 yıllık yoldaşını, eşini kaybetti. Birbirinize zaman zaman kızsanız da çok severdiniz. Etle tırnak gibiydiniz.  Babam senin için “O çok asildi. Fedakardı. Bambaşka bir kadındı.” diyor arayan soranlara…Babam için de çok zor olacak yokluğun.

Akrabalarımız, komşularımız, arkadaşlarımız, seni tanıyan herkes çok aradı, çok sordu seni. Herkes çok üzüldü. Vefatını duyanlar inanamadı. Öyle çok yaşam sevincin, yaşama bağlılığın vardı ki, Hatice Anne bugüne kadar bir sürü hastalığa direnmişti, ölemezdi, ölmemeliydi…

90 yıllık ömrüne ne çok sevgi sığdırmışsın…Keşke hepimiz senin gibi geniş, kocaman yürekli olabilseydik.

Canım annem, canımın içi, bugüne kadar istemeden seni kırdıysam affet beni. Ben de sana layık bir evlat olmaya çalıştım. Umarım olabilmişimdir. Bundan sonra seni daha çok örnek alacağım. Her 8 Aralık’ta senin için çocuklara hediyeler vereceğim.  Beni göreceğini, duyacağını, mutlu olacağını biliyorum. Seni çok özleyeceğim güzel annem benim.  Yokluğuna dayanmak çok zor…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

EŞİTİZ-Eşitlik İçin Kadın Grubu’nun Gezi Parkı Açıklaması

BARIŞ, DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK İÇİN…

İstanbul Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi ve yerine Topçu Kışlası ve alışveriş merkezi yapılması girişimine karşı 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan barışçıl eyleme, polis, parkta nöbet tutan eylemciler uykudayken gaz bombaları atarak, çadırları ve aktivistlerin müzik aletlerini yakarak müdahale etti. Bu vahşi polis müdahalesine, her siyasi görüş, yaş, cinsiyet, cinsel kimlik, cinsel yönelim ve kimlikten binlerce İstanbullu anında tepki gösterdi.
• Polisin, 31 Mayıs günü Gezi Parkı Direnişini desteklemek için Taksim’e gelen sivil halka yönelik yoğun gaz kullanımı ve şiddet içeren vahşi saldırıları,
• Anaakım medyanın olayları sansürlemesi ve çarpıtma çabası,
• İktidarın geri adım atmak yerine vurdumduymaz, aşağılayıcı, kutuplaştırıcı, kışkırtıcı ve tehditkar söylemleri,
Gezi Parkı Direnişini ülke çapında bir toplumsal harekete dönüştürdü.

DİRENİŞ DE, SALDIRILAR DA SÜRÜYOR…

• Halen Türkiye’de tüm kentlerde, meydanlarda, mahallelerde, Hükümet ve Başbakan karşıtı halk gösterileriyle, üniversite ve liselerde boykotlarla, protestolar sürüyor.
• Bütün bu eylemlerde polisin vahşice saldırıları sonucu, resmi olarak kabul edilen iki ölü ve 20’si ağır olmak üzere yüzlerce yaralı var.
• Binlerce gösterici ve 30’a yakın twitter kullanıcısı gözaltında alındı. Gözaltına alınanlar, anayasal ifade, toplantı ve gösteri haklarını kullanarak barışçıl gösterilere katıldıkları halde “terörist” olarak yargılanmak isteniyor.
• Türkiye’de 5 Haziran’da genel greve gidildi ve hükümet karşıtı gösteriler sürüyor…

SIKIYÖNETİM CENDERESİNE DÖNÜŞEN YÖNETİM HALKI İSYAN ETTİRDİ

Yaşanan olaylar, Türkiye’de yıllardır uygulanan baskıcı ve antidemokratik politikaların sonucudur. Türkiye’de milyonlarca insan,
• Bir ay önce Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının yasaklanması ve ardından Taksim’de yapılan tüm gösterilere yoğun biber gazı ile saldırılmaya başlanması örneğinde olduğu gibi, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne ve barışçıl eylemlere yönelik ağır saldırılara,
• Kentlerin ve kamu kaynaklarının siyasetçilerce bir rant alanına dönüştürülerek talan edilmesine; İstanbul Boğazı’na yeni kanal açmaya, HES’lere, Boğaz’a üçüncü köprü yapımına, Emek Sineması yıkımına; Atatürk Orman Çiftliği, Belgrad Ormanı talanına; Kazdağları ve başka pek çok yerdeki maden arama; konut ve AVM projeleri gibi tarih, çevre ve kültür karşıtı politikalara,
• Özel hayata ve laik yaşam tarzına yönelik saldırılara,
• Neoliberal, emek ve sosyal haklar karşıtı politikalara,
• Adil yargılanma hakkına yönelik ağır ihlallere; yargının ve her türlü hak arama mekanizmasının göstermelik hale getirilmesine,
• Kürtaj ve sezaryenin fiilen yasaklanmasına, kadınların kültürel, yasal ve siyasal taleplerine duyarsız ve kadın düşmanı politikalara,
• Medyadaki tekelleşme, sansür ve oto sansürün ulaştığı boyuta, halkın güvenilir haber alma ve bilgilenme hakkını gözeten gazetecilerin işten atılmasına,
• Akademik ortamlarda yapılan fişlemelere ve akademik çalışmalara karşı baskılara,
• ÖSS, KPDS gibi sınavlardaki yolsuzluk iddialarına ve bu iddiaların kayıtsızca geçiştirilip sorumluların cezalandırılmamasına,
• Giderek artan genç işsizliğine, gençlerin gelecek kaygısının görmezden gelinmesine,
• Ülkenin geleceğini çok yakından ilgilendiren eğitim sistemi gibi temel politika alanlarını tümden değiştirecek yasaların, aynen yaşam tarzına müdahale için çıkarılan yasalardaki gibi, mecliste gece yarısı toplanan kurullarla, çoğunluk partisi oylarıyla, tartışılamadan ve oldubittiyle kanunlaştırılmasına,
Kısacası: adı konmamış bir sıkıyönetime tepki gösterdi.

KADINLAR DA İSYAN ETTİ

Günde en az beş kadının öldürüldüğü ve kadın cinayetlerinin cinskırım boyutuna ulaştığı ülkemizde, hükümet ataerkil ve ahlakçı söylem ve politikalarıyla kadınları bezdirmiştir.
• Kadın Bakanlığı’nın kapatılması,
• Taciz ve tecavüz, çocukların cinsel istismarının önlenmesi için gereken siyasal iradenin gösterilmemesi,
• Kadınların erkeklerle eşit olmadığına dair söylemler, kadının sadece aile içerisinde var olabileceğine dair söylem ve politikalar,
• Her kadının beş çocuk doğurması istemi, kürtaj ve sezaryenin fiilen yasaklanması, ertesi gün haplarının reçeteye bağlanarak cinsel ilişki fişlemesinin önünün açılması,
• Karar mekanizmalarına kadın ataması yapılmaması,
• Kadın hareketine ve feministlere yönelik hasmane tutum,
kadınları direnişin tabanını oluşturan ana güçlerden biri haline getirmiştir.

TÜRKİYE’YE ve TÜM DÜNYAYA SESLENİYORUZ!

• Tüm hükümetleri, kendi insanlarını kimyasal gaz kullanarak susturmaya değil; kimyasal gazların her türünün üretimini ve kullanımını durdurmaya çağırıyoruz. Kimyasal gazın bir silah olduğu kabul edilmeli; tüm stoklar toplanmalı, her çeşit kimyasal gaz kullanımı, barış ya da savaş koşullarında derhal yasaklanmalıdır.
• Türkiye’deki ve dünyadaki medya kuruluşları, dünyadaki ve Türkiye’deki herkese, Taksim’den başlayan barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin gerçek boyutları hakkında gerçek bilgiyi, eylemin içinden, doğrudan ve sansürsüz olarak aktararak görevini yerine getirmelidir.
• Kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’deki iktidarın anti-demokratik uygulamalarına destek veren ya da sessiz kalan hükümetler uyarılmalıdır.
• Köktendinciliğin çoğunluk iktidarlarınca halklara tek seçenek olarak dayatılmasına karşı daha etkin ve ortak bir mücadele verilmelidir.
• Toplum hayatının hemen her unsurunun piyasa normlarına tabi kılınmasına ve rant aracına dönüşmesine karşı alternatif yaşam alanları ve olanakları yaratılmalıdır.

Türkiye’de acilen:
• Hükümet istifa etmeli, başbakan siyasetten çekilmelidir. Türkiye’yi 12 Eylül 1980 askeri darbesinin tüm anayasal ve yasal mevzuatından kurtarmak üzere, Türkiye’de direnen ve tam demokratikleşme isteyen tüm grupların siyasal taleplerini karşılayacak bir geçiş süreci hükümeti kurulmalıdır.
• Tüm Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüşlerine karşı polis şiddeti, gözaltı ve tutuklamalara derhal son verilmeli; gözaltındakiler, haklarında herhangi bir dava açılmadan ve adli sicil kaydı tutulmadan derhal salıverilmelidir.
• Başta İçişleri Bakanı olmak üzere, tüm kentlerde barışçıl gösterilere uygulanan orantısız şiddetin tüm sorumluları derhal görevden alınmalı ve haklarında kamu davaları açılarak “işkence ve insanlığa karşı suçlar” bağlamında yargılanmalıdır.
• Taksim Gezi Parkı Projesi başta olmak üzere, doğaya, bilime, tarihe, sanata ve emeğe karşı tüm hükümet projeleri iptal edilmelidir.
• Hiç kimseye, hiçbir temelde ayrım yapılmaksızın, kadın erkek, tüm yurttaşların haklarını koruyan, vatandaşların yerel siyasete ve kamu hayatının her alanına aktif katılımını sağlayacak politikalar uygulanmaya başlanmalıdır.

FARKLILIKLARIMIZLA EŞİT OLDUĞUMUZ BİR DÜNYA;
BARIŞ, DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK İSTİYORUZ!

EŞİTİZ – Eşitlik İzleme Kadın Grubu

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

DSCN0832DSCN4919DSCN4921DSCN4933DSCN4899DSCN4896DSCN4880DSCN4864DSCN4925 - KopyaDSCN4865DSCN4842RENK RENK ZEYTİNLER

 

O DA KUŞLARIN HAKKI…

(Ya da domuzların…)

Nihayet zeytin hasadımızı tamamlayıp eve döndük. Evimizi özlemişim…

Sürekli yanan sobaya rağmen, kışın tarladaki tayfa kulübesinde kalmak pek kolay değil; Sıfır dereceye düşen gecelerde iki yorgan altında, berelerle, yün çoraplarla yatmak, 8 metrekarelik alanı çok amaçlı olarak kullanmak, hatta son iki gece, tarlada henüz kendisine ait kulübesi olmayan Duman’ı da üşümesin diye kulübeye alıp ona da yatacak yer bulmak…Bir de demir ayaklar üstündeki yerden yüksek olan kulübenin kuvvetli rüzgarlarda yaptığı yatay salınımları geceleri vücudunun her yerinde hissetmek…

                       

Bu yıl, uzun süre yağan şiddetli yağmurlar ve fırtına nedeniyle aralıklarla sürdürmek durumunda kaldığımız hasadımızın başlamasıyla bitişi arasındaki süre neredeyse bir ayı buldu. Son günlerde yakalandığımız kırağı da yağmurların cilası oldu. Hepi topu 12 dönüm yer. Bir türlü bitmedi.

Bu sezonda makinaya yatırım yapıp hasadımızı makinalı yaptık (duyan da yüzlerce dönüm zeytinliğimiz var sanır). İlk partide, zeytinler yeşilken, hem sarsıcı hem de sıyırıcı iki ayrı makina kullanmıştık. Yağmurlar nedeniyle 10 gün ara verdikten sonra, ikinci partide, hem kırağı nedeniyle sapları yumuşayan hem de biraz daha olgunlaşan ama yine de büyük oranda alyanak olan zeytinler sıyırıcıya gerek kalmadan, dal sarsıcı ile kolayca düştüler.

 

Makinanın boyunun yetmediği dallardaki zeytinleri de kah ağacın üstüne çıkıp tarakla sıyırarak,  kah da sırıkla silkerek düşürdük. Yine de yetişemediysek, “yetişemediğin dal senin değildir” diyerek yüksek dalları kesip zeytinleri yerde hasat ettik. Hiçbir şekilde yetişemediğimiz zeytinleri de “o da kuşların hakkı” diyerek bıraktık. “Başakçı” ların da hakkı var değil mi, bir miktar zeytin de onlar için kalmalıydı. Zeytini olmayanlar, özellikle roman yurtdaşlar,  sezon sonunda, tarlaları dolaşıp kalan zeytinleri topluyorlar. Onlarda rızkını başaktan çıkarıyorlar. Çukurlara düşen zeytinler de domuzlara… Tarlada kocaman kocaman çukurlar var, insan boş bulununca içine düşüyor; Kışın aç kalınca sansarların açtığı delik/dehlizlere kaçan zeytinleri bulmak için dehlizleri kazıp zeytinlerle karnını doyuran domuzların açtığı çukurlar. Zeytinden kimler, kimler yararlanıyor: İnsanlar, kuşlar, domuzlar, kurtlar…

Bu yıl hasada başladığımızda 18-20 çuval, yani 1800-2000 kilogramlık bir ürün tahminimiz vardı. Şiddetli yağış ve fırtınadan dolayı en az yüzde yirmibeşlik bir kaybımız oldu ve zeytinler dibine döküldü. Kırağı, dibine dökülen zeytinleri bozdu. 1500 kg. silkim zeytin, 200 kg. da dip zeytin topladık. 250-300 kg. dip zeytini de emeğini kurtarmıyor diye tarlada bıraktık. Eskiler 3 zeytin görürse, dördüncüsünü ararlarmış. Üç kez dip (koruk, kaba dip, dip) toplarlar, ocak ayından önce zeytine sırık vurmazlarmış. Devir değişiyor. Erken hasat sevdasına zeytini erkenden topluyor, emeği kurtarmıyor diye dibini bırakıyoruz.  Mecit zeytinler döküldü diye çok üzüldü ama neyse ki son gün işler biterken yüzü gülmeye başladı.

 

 

Hasat bitiminde “kurtuluş” yapılır. Tayfalar sepetlerini zeytin dallarıyla süsleyip, şarkı-türkü eşliğinde  tarla sahibine getirip bahşişlerini alır. Tarla sahibi son gün tayfaya yemek verir. Tavuk, balık ızgara gibi…Tahin helva da kurtuluşun simgesi.  Biz de geleneğe uyduk, fabrikadaki işçilere helva-ekmek götürdük ve ayrıca bize yardım eden arkadaşlarımızla birlikte tarlada “kurtuluş yemeği” yedik.

Menüde ulusal yemeğimiz kurufasulye (sucuklu), tereyağlı bulgur pilavı, turşu, yoğurt, çiğ yağ, kekikli salça ve tahin helva vardı. Sonra üzerine “Bozcaada Şarabı” açtık ve sonunda da tabii ki olmazsa olmaz semaverde çay.

 

 

 

Arabamızı zeytin dallarıyla süsleyip son parti zeytinlerimizi de köylülerin deyimiyle mengeneye götürdükten sonra merakla yağımızı beklemeye başladık. Fabrikadaki yoğunluktan ancak üç gün sonra sıra bize geldi. İlk partide olduğu gibi, tekneden sızma ve kuru sıkma yağı sulu sıkımla birleştirmeden, sıcak suya maruz bırakmamak için separatöre de sokmadan aldık. Özelliği etkilenmesin diye filtre de  etmedik. Şimdi kendi halinde dinlendiriyoruz. Sonra dibine biriken tortuyu alacağız. İlk partide 7 dizyem (0,7 A )olan asit değeri, ikinci partide 5 dizyem (0,5 A) oldu. Kurtlu-bozuk zeytinler rüzgarla dibe düştüğünden, ikinci parti yağın asidi birinciye oranla daha düşük oldu. Yağ verimimizin ortalaması yaklaşık yüzde 20. Bu yıl için iyi sayılır. Diğer üreticilerden % 10 gibi rakamlar duyunca…Bu yıl da oldukça nefasetli çiğ yağ elde ettik. Mengenede taze çiğ yağa ekmek banmak belki de dünyadaki en güzel keyiflerden biri olsa gerek.

 

Biraz da işin ekonomi politiğinden dem vuracak olursak; Zeytinyağı piyasası da et, süt, sebze-meyva vb. piyasalardan farklı değil. Durum oldukça ciddi. Zeytinyağının maliyeti giderek artıyor. Satış fiyatı ise düşüyor. İşçi ücretlerinin maliyet içindeki payının artmasıyla tarla sahipleri artık tarlalarını toplayamadığından ya satıyor, ya da ortak veriyor.  Tarlalar el değiştiriyor. Bu yıl toplama ortaklık payı yarı yarıyadan da fazla. Üçürdüm uygulaması başladı (bir pay  tarla sahibine, iki pay toplayana). Zeytinyağı sektörünün büyük bir kısmı (Komili’nin önemli bir hissesi dahil)  yandaş şirketlerin eline geçmiş durumda. Piyasayı düzenlemesi gereken üretici birliği Tariş bir türlü fiyat açıklamıyor. Bir miktar avans vererek ortaklarının yağını topluyor. Tayfaların yevmiyelerini ve banka kredilerini ödemek zorunda kalan küçük üretici, insafsız, fırsatçı yağ tüccarının eline kaldı. Yakın bir arkadaşımız zor durumda kalınca elindeki 3 dizyem harika yağını toptan dört buçuk liradan satmak sorunda kaldı. Zararına… “Ciğerim yanıyor.” dedi. Çok üzüldüm. Zeytinyağının her bir gramının ne emeklerle üretildiğini bilen biri olarak benim de ciğerim yandı. Şu andaki fiyatlar 8-10 sene öncenin rakamları…Ne olacağı da belli değil. Direnebilen, perakende satabilecek olan bekleyecek, bekleyemeyen tüccarlara yem olacak. Çiftçinin alın teri, süpermarketlerin raflarına ürünlerini koyabilecek olan büyük zeytinyağı şirketlerinin kasalarına para olarak dolacak. Devlet piyasayı düzenleyen devlet kurumlarını, işletmelerini devreden çıkarır da üreticiyi kan emici tüccarların eline bırakırsa olacağı budur. Gerçekten çiftçinin haklarını korumak amacıyla kurulmuş bölgesel üretici birlikleri-kooperatifleri olmadan, halkın çıkarlarını gözeten bir iktidar olmadan çiftçi sömürüye mahkum.

Zeytinde tarla sahibi küçük çiftçilerin sömürüsü dışında bir de emek sömürüsü var ki, bu başlı başına ayrı bir yazı konusu. Tabi emek sömürüsü içindeki cinsiyet sömürüsü de ayrı bir nokta…Erkeklerin aldığı ücretin % 25-40  daha azını alan kadınlar…Akşama kadar dizinin üstünde yerlerde zeytin arayan, bacaklarına karasular biriken, zeytin gözlü kadınlar…

Sevgiyle,

Süheyla Doğan

Posted on by suheyladogan | 1 Yorum

alyanak

ZEYTİN HASADIMIZ SÜRÜYOR…

(Ailenizin zeytinyağcısı var mı? Neden yok?)

“Yorulmak” çoğu zaman istenmeyen bir durum olarak ifade edilir. Bizim için de öyle. Ancak bu günlerde değil. Çünkü zeytin hasadına başladık. Evet, yoruluyoruz ancak çok da mutluyuz. Ağaçlarımızın doğal yaşamlarına kattığımız emeğimizin karşılığı olan ürünlerimizi nihayet toplayabiliyoruz. Bu duygunun bize verdiği haz öyle güzel ki, tarif edilmesi gerçekten zor. Süreci bilenler hak verecektir.

Mayıs ayında açan çiçeklerin meyveye dönüşmesi ilk sevinç kaynağıdır zeytinciler için, ama aynı zamanda hasada kadar geçecek zorlu bir sürecin de başlangıcıdır. Gerçi bu zorluğu daha çok ağaçlar çeker ama biz de en az onlar kadar sıkıntılı bir dönem yaşarız. Önce aşırı sıcaklardan endişe duyarız. Ağaçlar susuzluk çeker. Bazen meyveler buruşur, yaprakların rengi solar. “Zeytuni” denilen renk neredeyse kaybolur ağaçlarda. Yazın “Keşke bir yağmur yağsa” deriz. Hem kendimiz hem de ağaçlarımız için isteriz bunu. Çoğu zaman yağmaz. Sonra eylül ayı gelir. Biz de sonbahar yağmurlarını bekleriz. Ne de olsa artık yağmur mevsimi gelmiştir. Umutla “Herhalde yağacaktır” deriz. Ama içimizden ne sıkıntılar çekeriz bir bilseniz. Ağaçlarımız,  gözümüzün önünde tıpkı hastalıktan eriyip tükenen bir yakınımız gibidir. Üzülürüz. Yüzümüz asıktır. Hava tahmin raporlarını yakından takip ederiz. Bir yandan ağaçlarımızı sulama olanaklarını bulmaya çalışırız. Bu işlem çok da kolay değildir. Arazi şartlarının zorluğunun yanı sıra böyle bir işlemin maliyetinin yüksekliği de bizi kara kara düşündürür. Derken yağmur ağaçların imdadına yetişir. Tabi bizim de. Ağaçlar öyle susamıştır ki sadece kökleriyle değil yapraklarıyla ve dallarıyla da suyu bünyesine alır. Ne güzel bir olaydır bu!

Eylül ayının sonlarına doğru zeytinlikleri gezmek çok keyif verir bizlere. Çünkü artık ağaçlarımız yeniden sürgün oluşturmaya, yapraklarının renkleri değişmeye ve tekrar zeytuni tona dönüşmeye başlamıştır. Ayrıca zeytin meyveleri de irileşmiş ve kırma zeytin yapma zamanı yaklaşmıştır.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da kısaca benzer şeyler yaşadık ve nihayet Eylül sonu- Ekim başı gibi kırma zeytinlerimizi yaptık. Sonra da yağlık zeytin hasadı için beklemeye başladık.

Kırma zeytinler işleme tekniği nedeniyle çok hızlı şekilde tatlanır, yoğun acılığı gider ve yenecek duruma gelir. Fakat kısa sürede tüketilmesi gerekir. Ancak bu şekilde, zeytin meyvesinin kendine özgü doğal acımtırak ve buruk tadına varılabilir. Bu tadın bir diğer özelliği ise, yeni elde edilmiş taze zeytinyağlarında da bulunmasıdır. Yani diyebiliriz ki; taze kırma zeytin yeme şansı bulanlar, iyi bir zeytinyağında olması istenen hoş koku ve meyvemsi tatların bir kısmını da tanımış olurlar. Ancak, sadece bir kısmını tanımış olurlar. Çünkü zeytin meyvesinde, meyvelerin yeşil, sarı, pembe, kızıl ve siyah renkte oldukları döneme ve ağacın yetiştiği şartlara bağlı olarak birçok koku, tat ve lezzet verici doğal ürünler oluşur ve tüm bu özellikler zeytinyağına geçer. Bu yönüyle zeytinyağı için farklı kokular ve lezzetler açısından zengin bir üründür diyebiliriz. Zeytinyağının beslenme ve sağlık açısından da bir çok faydası olduğu, özellikle erken hasat edilmiş, yani zeytinlerin tamamen siyahlaşmadığı bir diğer deyişle olgunlaşmadığı dönemde hasat edilmiş zeytinlerden elde edilmiş zeytinyağının biyolojik değerlerinin en üst düzeyde olduğu bilinmektedir. Bu nedenle zeytin hasadına başlamak için en uygun zamanı belirlemek gerekmektedir. Her yıl zeytinin hasat edilebileceği en uygun tarihler değişebilir. Ancak hasada başlama döneminin doğru bir şekilde belirlenebilmesi için değişmeyen kriter meyvelerin renklenme durumu ve ağaçtaki oranlarıdır.

Kısaca paylaştığımız bu bilgilerden sonra, yine bu yıla dönecek olursak; nihayet Kasım ayı sonu itibariyle zeytin hasadına başladık. Çünkü zeytinlerimiz istediğimiz renk dağılımı durumuna ulaştı. Evet hasada başladık. Bu günlerde yoruluyoruz.Ama keyif verici bir yorgunluk.Herhalde yüzümüzden okunuyor.

Keyif verici bu yorgunluğumuz 10 gün kadar sürecek. Önce Çanakkale-Dümrek Köyündeki “organik bahçemizin” hasadını tamamlayacağız. Buradan topladığımız zeytinlerimizi tarlaya yakın olan Taştepe Köyü’ndeki eski sistem, sulu baskı veya taş baskı denen bir işletmede sıktırmaya başladık. Oldukça iyi özelliklere sahip, erken hasat, naturel sızma (0,7 asit), soğuk sıkım ve çiğ yağ elde ettik. Yağ hiçbir şekilde ısıya ve suya maruz kalmadı. Hasadımız sürüyor.

taş baskıda zeytinyağlar süzülürken

ustayla sohbetin tadı başka

Bir yandan zeytin konusunda uzman olan Y. Ziraat Mühendisi bir arkadaşımızla ortak olduğumuz Küçükkuyu’daki zeytinlerimizi de toplamaya başladık ve birkaç parti oldukça kaliteli, naturel sızma (0,4 dizyem) yağ elde ettik. Küçükkuyu’daki bahçelerimizde bu yıl “iyi tarım uygulamaları” çerçevesinde bakım işlemleri uygulayabildik. Önümüzdeki yıldan itibaren bu bahçelerde de organik tarım uygulamasına başlayacağız. Ancak ne yazık ki Küçükkuyu’ya yakın sulu baskı-taş baskı fabrika olmadığı için zeytinlerimizi TARİŞ’e ait kontinü sistem çalışan fabrikada sıktırabiliyoruz.

Zeytinyağı gibi beslenmemiz içerisinde önemli bir yere sahip olan temel bir gıda ürününe sağlıklı bir şekilde ulaşmak ister misiniz? Ailenizin zeytinyağcısı olmak bizi mutlu eder.

Çok yakında aşağıdaki kategorilerde taze zeytinyağlarımızı sizlere sunmayı planlıyor ve siparişlerinizi bekliyoruz. İlgilenirseniz bizi arar mısınız?

1.Taş baskı çiğ yağ –erken hasat, organik naturel sızma (en çok 0,8 asit)-Dümrek Köyü Zeytinyağı

2. Kontinü soğuk sıkım –erken hasat,  iyi tarım naturel sızma ( en çok 0,8 asit)-Küçükkuyu Zeytinyağı

Zeytinyağı kadar sağlıklı, güzel günler dileklerimizle.

Süheyla Doğan Ünal

suheyladogan@gmail.com

0533 4552102

kutsal zeytin

DSCN4836

Posted on by suheyladogan | Yorum bırakın

SİFTAHIMIZ….

SİFTAHIMIZI SAÇIMIZA SÜRDÜK

Veeeee, Nusratlı’da bir şeyler değişmeye başlıyor. Bir sürü dirence, bu köyden bir şey olmaz diyenlere rağmen. Bıraksalar Nusratlı’yı kadınlar kurtaracak. Tüm Dünya’yı kurtaracak olmaları gibi…

Kalkınma ajansından aldığımız destekle ve Ayvacık Meslek Yüksek Okulu’nun katkısıyla Köyün eski okulunu tadil ettik. Bir odasını doğal ürünler satış merkezi yaptık. Bir odası konuk odası, bir odası eğitim odası, bir odası da mutfak. Bahçemiz de kafeteryamız. Dört gündür de ev pansiyonculuğu eğitimi alıyoruz. 20 gün sürecek. 23 kursiyerimiz var. 22 kadın, 1 genç erkek. Köyden kasabaya taşınmış olan gençler de kursa katılıyor. Satış merkezimizde ürün koyanlar nöbetleşe duruyoruz. Bugün 3. gündü. İlk gün bir şişe kekik suyu sattık, ikinci gün iki adet yazma.

Henüz raflarımızın yarısını ancak doldurmuşken 35 plakalı bir araç geldi köy meydanına. Bugün ben nöbetçiydim. Karşıladım arabayı. “Hoş geldiniz köyümüze, buyurun bir çay ikram edelim.” Dedim. “Köy girişinde tabelayı gördük, satış merkeziniz varmış, bakalım dedik.” dedi kadın. Çok sevindik, buyur ettik merkezimize. Ürünlere bakarken başından ayrıldık rahatsız etmeyelim diye. Sorularına cevap verdik. Bizden etkilenmiş olsa gerek, belki de ihtiyacı olmadığı halde kırmızı bir yazma seçti, bir bebek yeleği, bir paket fıstık, bir paket de badem içi. Yazmada indirim istedi, ürün sahibine sormadan indirim yapamayacağımızı, zaten yeleğin de çok ucuz olduğunu söyledik, ikna oldu.  Kırık lira tuttu aldığı ürünler. Yüzde onu Derneğe kalacak. Üç kadının ürünü satılmıştı: Birgül, Nebahat, Ayten. Sanki milyonlar kazanmıştık. Üç kadının da kendi adlarına ilk ürün satışlarıydı. Parasının üstünü el birliğiyle verdik. Sonra bahçede çay ikram ettik konuğumuza. Ben aldığım parayı sevinçten sallayarak gösterdim bahçedeki diğer kadınlara. “Siftahımızı saçına sür Süheyla Abla” dediler. Erkekler sakallarına sürdüklerine göre, biz de saçı uzun aklı kısalar olarak saçımıza sürmeliydik uğur getirsin diye.

Konuğumuz çayını yudumlarken ne dese beğenirsiniz: “Okumuş bir kız var mı köyünüzde, oğluma bir kız arıyorum, bu köyü çok sevdim.” Şaşırmıştım, ilk kez gördüğüm birinden çöp çatanlık önerisi ile karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Oğlu iyi bir şirkette insan kaynaklarında çalışıyormuş. Ben de “Bizim köyün delikanlıları da eş arıyor ne yazık ki genç kızımız yok.” dedim.

Pansiyonculuk eğitimimiz  kadınlarımızda beklediğimin de üstünde bir etkiye sahip olacak gibi görünüyor. Bir yandan da özgüven sağlıyor eğitimler. Kasabada oturan genç kadınlar köyde boş duran evlerini açmaya, eşlerini evlerini onarmaya ikna etmeye başladılar. Köylülerin evlerinden birisi hazır, diğeri onarmaya başladı, bizim inşaat sürüyor. Bir başka arkadaşımızın evi de kullanıma uygun. İki adet sağlam boş ev daha var. Birkaç adet yatak ve bir iki dolap bulsak o evlerin sahipleri de kullanıma verecek evlerini.

Acentalarla görüşmeye başladım, köye kahvaltı ve çaya gelmeleri için. İki acentaya teklif hazırlayıp yolladım. Ancak acentalar yerine esas konuklarımızın yakınlarımız, arkadaşlarımız ve ekoturizme meraklı dostlarımızın olmasını arzu ediyor gönül.

Bu yaz hepinizi Nusratlı Köyü’ne bekliyoruz. Desteğiniz bizi güçlendirecek ve onurlandıracak.

Süheyla Doğan

Nusratlı Köyü Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği Bşk.

05334552102

Fotoğraflar:

https://picasaweb.google.com/118187160167715396203/NusratlKoyu#

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

KAZDAĞI DOĞAL VE KÜLTÜREL VARLIKLARI KORUMA DERNEĞİ’NDEN:

DERNEK:

Bizler, Kazdağı’nın çeşitli bölgelerinde yaşayan Kazdağı gönüllüleri ve yurtseverler olarak Kazdağı’nın doğal ve kültürel varlıklarını korumak amacıyla bir dernek çatısı altında bir araya geldik. 2007-2010 döneminde aynı amaçla faaliyette bulunmuş olan “Kazdağı Koruma Girişimi Grubu” nun devamı niteliğindeki grup, yeni katılımlarla güçlendi ve faaliyetlerine hız verdi. Kurulduktan sonra kısa süre içerisinde Güzelköy’de Kadın Şenliği ve Hıdırellez Şenliği düzenleyen, bölgedeki altın madenciliği ÇED toplantılarına katılan ve Bayramiç Tohum Takas şenliği, Zeytinli Çevre Şenliği, Kazdağı Çalıştayı gibi etkinliklere destek veren Dernek çok yönlü çalışmalarını sürdürüyor.

KAZDAĞI’NIN ÖZELLİKLERİ:

Biga Yarımadasının en yüksek dağı olan Kazdağı, üzerinde yükseldiği yörenin yerüstü ve yeraltı su kaynaklarını oluşturan, besleyen ve onların sürekliliğini denetleyen en önemli yaşam kaynağıdır. Edremit sınırları içerisinde yer alan 21 452 hektarlık alanı, Milli Parkı olarak ilan edilmiştir. Kazdağı’nın en yüksek üç tepesi Kazdağı Milli park sınırları içerisinde bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla Karataş Tepesi (1774 m) , Baba Tepe (1765 m) , Sarıkız Tepe (1726 m) dir. Kısa mesafede deniz seviyesinden 1700 metrelere yükselen Kazdağı, bu özelliğiyle önemli bir biyoçeşitlilik alanıdır.

Kazdağı’nda 77’si endemik olmak üzere 84 nadir bitki türü bulunmaktadır. Kazdağı ve yöresi, bereketli toprakları, sulak alanları, yer üstü ve yer altı zenginlikleri, uygun iklim koşullarından dolayı binlerce yıl boyunca yerleşim alanı olarak kullanılmıştır.  Bu zenginliklerinden dolayı saldırıya uğramış ve yağmalanmıştır. Tarih boyunca göç almıştır ve almaya da devam etmektedir. Bu hareketlilik nedeniyle, bölgede kültürel, ekonomik ve sosyal canlılık sürekli var olmuştur. Görkemli devletler, kentler kurulmuş ve yok olmuştur.

Kazdağı, doğal ve kültürel kaynak değerleri açısından oldukça zengin bir potansiyele sahiptir. Bu değerler Kazdağı kütlesinin tümüne dağılmış durumdadır. Kazdağı, yerüstü ve yeraltı su rezervleriyle, sıcak ve soğuk su kaynaklarıyla, Biga Yarımadası’nın hayat kaynağıdır. Kazdağı, doğal bitki örtüsü olan ormanları, endemik türleri, gen kaynakları ve koruma alanları ile bölgenin yaşam kaynağıdır. Dünyamızın en önemli ekosistemlerinden birisidir. Kazdağı, tarihsel, kültürel, ekolojik ve toplumsal mirasımızdır. Kazdağı, farklı kültürel inanç sistemlerine ev sahipliği yapar. Bu yöredeki Türkmenler için ibadet merkezidir.

Tarım, bölgedeki temel ekonomik etkinliktir. Kazdağı’nın güney kesimi zeytincilik; kuzey kesimi bağ, bahçe ve sebzecilikle önemli gelir kaynağı oluştururlar. Karasal habitatların başında ormanlar gelmektedir. Kazdağı’nın alçak kesimlerinde görülen kestane, çınar, kızılçam, karaçam, kayın ve göknar toplulukları zaman zaman saf halde, ekseriyetle de karışık görülmektedir. Kazdağı, ayrıca odun ve orman dışı tali ürünler bakımından da zengindir.

Hayvancılık, tarım sektöründe ikincil bir yere sahiptir. Bitkisel üretime elverişli olmayan alanlarda halkın temel geçim kaynağıdır. Kazdağı’nın kuzey kesiminde Yenice ve Bayramiç ilçelerinde Süt ve süt ürünleri önemli bir yer tutar.  Tatlı su balıkçılığı üretimi arasında alabalık ön plandadır.. Bölgede Edremit, Havran, Akçay, Zeytinli, Güre, Altınoluk ve Küçükkuyu birer turizm beldesi olarak ünlenmiştir. Kuzey yamaçlarda bulunan Yenice, Çan, Bayramiç ilçeleri ise tarımı ile önemlidir ve bu ilçelere bağlı beldeler turizmden yeterince yararlanamamaktadır.              

Kazdağı ve yöresi, antik kentler açısından da oldukça önemlidir.  Dağın etrafı Troia başta olmak üzere; Parion, Adramitteion, Antandros, Assos, Tenedos, Lemponia, Alexandreie Troas, Apollonion Smintheion, Gargaros, Kebrene, Skepsis  gibi çok önemli antik yerleşimlerle çevrilidir. Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait çeşitli yapılar da bölgenin önemli tarihi değerlerindendir.

Kazdağı, Bayramiç’te Ayazma, Çandır, Muhteşem Süleyman, Dalak suyu, Güre’de Pınarbaşı gibi ören yerleri ile Şahindere Kanyonu, Hasanboğuldu, Sutüven Göletleri ve su kaynakları gibi doğal güzellikleri, taş evleri ile dikkat çeken köyleri, tepe noktalardaki orman gözetleme kulelerinin yer aldığı manzara noktaları, şifalı suları, kaplıcaları, Sarıkız Şenlikleri ile dikkat çeken Sarıkız Tepesi gibi daha birçok zenginliğe sahiptir.  Afrodit’in güzel seçildiği, tarihte bilinen ilk güzellik yarışmasının yapıldığı Ayazma’da her yıl Ağustos ayında şenlikler devam ettirilmektedir.

KAZDAĞINI BEKLEYEN TEHLİKELER:

Dünya’nın en önemli tarihi, doğal ve kültürel mirasına sahip olan Kazdağı ne yazık ki çeşitli tehditler altındadır:

1. Altın-gümüş madenciliği: Bölgede 10 yıldan fazla bir süredir sürdürülen ve artık işletme aşamasına gelmiş olan altın madenciliği en önemli tehlikelerden birisidir. Altın madenciliğinin işletmeye başlamasıyla yer altı kaynaklarımız çok uluslu şirketler ve işbirlikçilerince yağmalanacak, bölgenin önemli bir su potansiyeli bu işletmelerce kullanılacak, yaratılan siyanürlü tehlikeli atıklar ve ağır metaller bölgede ciddi bir tehlike yaratacaktır.

2. Termik santrallar: Çan ve Biga’da yapılan ve yeni yapılacak olan ithal kömüre dayalı termik santralar bölge için ciddi bir kirlilik kaynağı olacaktır.

3. Plansız yapılaşma: Yazlık konutlar ve plansız yapılaşma yüzünden Bölgedeki tarım alanları, zeytinlikler ve ormanlar tahrip olmaktadır.

4. Küresel ısınma: Küresel ısınma nedeniyle Bölgede kuraklık ve su kaynaklarında azalma görülmektedir.

5. Tarım ilaçları: Bilinçsizce kullanılan tarım ilaçları ile topraklar kirlenmektedir.

6. Tarım ürünlerinin değer kaybı ve tarımdan kopuş: Tarım ürünlerinin yeterince gelir getirmemesi ve akaryakıt, ilaç, gübre’de yüksek maliyetler nedeniyle tarımdan kopuş yaşanmakta, tarım alanları satılmakta ve halk yoksullaşmaktadır.

7. Kültürel değerlerin erozyonu ve yozlaşması: Farklı kültürel ve inanç sistemlerine sahip bölge halkının kültürel değerlerine sahip çıkılmaması ve kendilerini ifade olanakları yaratılamaması nedeniyle kültürel değerler kaybolmaktadır.

8.Doğal, tarihi ve kültürel varlıkların kaderine terk edilmesi ve talanı: Antik kentler ve diğer tarihi yapılara yeterince sahip çıkılmamakta ve kaynak ayrılmamakta ve bu yapılar yok olmaktadır.

9. Orman yangınları: Ormanların önemli bir bölümü her yıl yanarak yok olmaktadır.

DERNEĞİN AMACI:

Yukarıda yer alan sorunların bilincinde olan Derneğimiz, Kazdağı’ndaki sorunlara dikkat çekmek, çözüm önerileri oluşturmak ve çözümün bir parçası olmak amacıyla aşağıdaki amaçlar için bir araya gelmiştir.

Kazdağı ve çevresinde, doğal, tarihi ve kültürel varlıkların korunması amacıyla;

  1. Her türlü flora ve faunasıyla      ekolojik dengenin gözetilmesi ve biyolojik çeşitliliğin korunması,
  2. Doğa koruma bilincinin geliştirilmesi,
  3. Tarım, turizm, sanayi, imar faaliyetlerinde doğa dostu olan uygulamalar ve teknolojilerin kullanımının desteklenmesi,
  4. Ekolojik ürünlerin üretimi, işlenmesi, pazarlamasına destek olunması,
  5. Yerel kültürel değerlerin araştırılması, ortaya çıkartılması, geleneksel halk sanatlarının yaşatılması ve çağdaş sanatların desteklenmesi, tanıtılması, kitlelere ulaştırılması, halk oyunları, halk müziği, tiyatro vb. çalışmalarının yapılması,
  6. Tarihi yapılar ve arkeolojik alanların korunması,
  7. Sanayileşme, madencilik, şehirleşme ve benzeri nedenlerle doğal ortamda oluşan ve oluşacak her türlü hasar ve kirliliğinin önlenmesi ve doğanın bir rant ve paylaşım      aracına dönüştürülmesinin engellenmesine yönelik çalışmalar yapılması,
  8. Orman yangınları vb. afetler için müdahale, arama-kurtarma, sağlık gibi destek ekiplerinin oluşturulması,
  9. Doğa sporlarının yaygınlaştırılması ve geliştirilmesi,
  10. Bölgede eko-agroturizmin desteklenmesidir.

KAZDAĞI’NDA ALTIN MADENCİLİĞİ:

5.6.2004 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan 5177 sayılı Maden Kanunu ile ülkemizin tüm doğal zenginlikleri, su havzaları, yeraltı ve yer üstü su kaynakları, sulak alanları, ormanları, tarım alanları madencilik faaliyetleri için şirketlerin hizmetine açılmıştır. Bu talan yasası maden çalışması yapan firmalara geniş imkanlar sağladığı gibi, mevzuata aykırı davranan şirketlerin de uzun bir süre boyunca faaliyetlerini yürütebilmelerine olanak sağlamıştır.

5177 sayılı yasanın 3. Maddesi gereğince insan yaşamına ait tüm doğal yapılar (ormanlar, nehirler, su havzaları) ve insan kültürüne ait tüm değerler (kültür alanları, turizm alanları) madencilik şirketlerinin hizmetine açılmıştır.

Bergama, Gümüşhane, Tunceli, Uşak, Eskişehir, Erzincan, Artvin, Kozak, Madra Dağı ve daha birçok bölgede altın madenciliği birçok mahkeme kararına rağmen devam etmekte ve sürdürüldüğü yerlerde ciddi çevresel sorunlara yol açmaktadır.

Kazdağı ve yöresinde de 10 yıldan fazla bir süredir altın-gümüş madenciliği arama faaliyetleri sürdürülmektedir. Son birkaç yıldır da işletme ruhsatları verilmeye başlanmıştır. Aşağıdaki projeler için de ÇED süreçleri tamamlanmak üzeredir ve 2013 yılında işletmeler açılmaya başlamış olacaktır:

  • Çanakkale      İli, Çan İlçesi, Söğütalan Köyü civarında, KUZEY Biga Madencilik A.Ş.      tarafından gerçekleştirilmesi planlanan “Ağı Dağı Altın Madeni Ocağı”      projesi,
  • Çanakkale      İli, Çan İlçesi, Kızılelma Köyü civarında, Kuzey Biga Mad. A.Ş. tarafından      gerçekleştirilmesi planlanan “Çamyurt      Altın Madeni Ocağı” projesi,
  • Çanakkale      İli, Merkez İlçesi, Kirazlı Köyü civarında, Doğu Biga Mad. A.Ş. tarafından      gerçekleştirilmesi planlanan “Kirazlı      Altın ve Gümüş Madeni Ocağı” projesi.

Derneğimizin faaliyet merkezine yakın Ayvacık, Küçükkuyu ve Ezine civarında da Bahçedere, Kısacık, Güzelköy, Çaltıköy, Korubaşı, Tuztaşı gibi köyler için de altın madeni arama ruhsatları verilmiş ve bazı köylerde arama faaliyetleri başlamıştır.

Biga Yarımadasında toplam 2,5 (iki buçuk) milyon insan yaşamakta. Bu insanların içme, kullanma ve tüm zirai faaliyetlerinde kullandığı su, Kazdağı ve Yöresinde oluşuyor. Biga Yarımadasında toplam 750.000 kişi tarımsal faaliyetlerde çalışıyor.

İşletmeler faaliyete geçerse 2 (iki) milyon ağaç kesilecek, milyonlarca ton su kullanılacak.

 1 gram altın çıkarmak için 3 (üç) ton su kullanılıyor.

Bugün Kazdağı ve Yöresinde başlıca Söğütalan Ağı Dağı, Bayramiç Muratlar, Halilağa, Kızılelma, Kirazlı ve Kısacık’ta yüzlerce noktada yapılan sondaj faaliyetlerinde şimdiden yüz binlerce ton su kullanılmış, binlerce ağaç kesilmiş, onlarca köyün suları bulanmış ve içilmez hale gelmiştir. Halk damacanadan su içer hale gelmiş, yöre kaynaklarından, çeşmelerinden su içen insanlar hastalanmış ve toplu hayvan ölümleri başlamıştır. Yeraltı suları geri dönüşümsüz bir şekilde kirletilmiş ve tahrip edilmiştir. Şirketler işletme aşamasına geçerler ise milyonlarca ton su kullanılacağı hesap edilirse “bin pınarlı ida”nın pınarları kuruma noktasına gelecektir.

Bayramiç, Çan, Biga, Ezine, Ayvacık ve Yenice halkının ana geçim kaynağı tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Küçükkuyu’nun gelir kaynağı ise zeytin ve turizmdir. Eğer yöremizde bu çalışmaların önüne geçilemezse Bölge’de tarım, meyvecilik, zeytincilik, turizm ve hayvancılık bitecektir. Bu da yöre halkının fakirleşmesine ve yöreden göç etmesine neden olacaktır.

Ortaya çıkacak su, toprak ve hava kirliliği yüzlerce yıl geri dönüşümsüz zararlara yol açacaktır.

ÇÖMÜ Ziraat Fak. Dekanı Prof. Dr. Kenan Kaynaş’ın 2007 yılında yürüttüğü ve bugün de geçerliliği olan bilimsel araştırmalara göre;

Balıkesir ve Çanakkale illerinin yıllık toplam tarımsal üretim değeri;

  • Hayvansal 2,5 milyar $
  • Bitkisel      4,5 milyar $

TOPLAM    7 milyar $’dır.

Balıkesir ve Çanakkale illeri dahilinde altından yaratılacak değerin ise 10 yılda 5 milyar $ olması bekleniyor, yani 1 yılda yarım milyar $.

Başka bir deyişle, bu topraklarda 10 yılda 70 milyar $ değer yaratabilecekken 5 milyar $ değer biçiyorlar ve bu yaratılan değerin sadece %2’si Türkiye’nin.

Üstelik sonrasında hiçbir değer üretilememek üzere…Dolayısıyla altın madenciliğinin bölge için hiçbir ekonomik yararı yoktur.

Yöre halkı altın madenciliği istemiyor. Halkı bilgilendirme toplantılarında köylüler bölgelerinde altın madencilerini köylerine sokmamıştır.

Yürürlükteki Maden Yasası’nın doğa, insan ve ülke çıkarlarına ve anayasaya aykırı olması nedeniyle bu yasa kapsamında maden-altın aranması, işletilmesine karşıyız.

Mevcut işletme teknikleriyle doğa yıkımına neden olan ve doğayı zehirleyen altın madeni İşletmeciliğinin hiçbir kamu yararı da yoktur. Maden Yasasına göre çıkartılan altının ocak başı değerinin yalnızca % 2’si kamuya aittir. Gerisi çıkartan maden şirketinindir.

Bölge ekonomisini olumsuz yönde etkilemeye başlayan altın madeni arama ve işletme çalışmalarının durdurulması için geç kalınmadan harekete geçilmelidir.

Saygılarımızla,

KAZDAĞI DOĞAL VE KÜLTÜREL VARLIKLARI KORUMA DERNEĞİ

Haberleşme:               www.groups.yahoo.com/group/kazdagikoruma/
Web:                           www.kazdagikoruma.org

Facebook:                   Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği

e-posta:                      kazdagikoruma@gmail.com
Nöbetçi Tel:                0536 6479254

Banka Bilgileri:

T.İş Bankası- Ayvacık Şubesi

IBAN: TR26 0006 4000 0012 3300 2569 73

“Ancak en son ağaç kesildikten, en son nehir zehirlendikten ve en son balık

tutulduktan sonra anlayacaksınız ki, insan parayı yiyemez!..” (Kızılderili Cree Kabilesi Reisi)

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

güneşden doğan ve güneşe gömülenlere…

 

GÜNEŞTEN DOĞAN VE GÜNEŞE GÖMÜLENLERE…

 

Bugün İtalya’lı dağcılarla Orta İtalya dağlarını en yüksek üçüncü dağına, Monte Velino’ya uzanan vadilerden Valle Del Bicchero’ya  girip 2050 metredeki Bicchero geçidine çıktık. Bu çıkışı Tullio Toprak ve Medeni’ye adadım; Yeni başlayan bir yaşama ve  sonsuzluğa uğurlanan devrimci  bir  hayata…

Sevgili Tullio Toprak ve sevgili Medeni, adınızı dağlara yazdım;

Dağcılar okuyacak,

   Kuşlar okuyacak,

       Yıldızlar okuyacak,

           Rüzgarlar okuyacak,

                 Bulutlar okuyacak,

                      Yağmurlar okuyacak,

                             Karlar okuyacak,

                                       Dereler okuyacak,

                                                   Denizler okuyacak,

Ve hepsi  sizin şarkınızı fısıldayacak…

Sevgilerimle.   

Süheyla Doğan

 

Hoş geldin küçük Tullio Toprak (26 Eylül 2011) Roma/İTALYA         Anne adı: Zeynep Güneş                                          

Güle güle sevgili Medeni ( 12 Ekim 2011) Borçka/TÜRKİYE

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

yaşasın, annanne oldum!

yaşasın,  annanne oldum!

MUCİZE = TULLİO TOPRAK

ve tabiî ki tüm bebekler…

Kader’de İtalya’da anneanne olmak da varmış…Damat İtalyan olunca…

İtalya’ya 20 kg.lık bebek eşyasıyla geldim: Yün yorganından, kaneviçe işlemeli yatak takımına; sarı saten yastığından, pazen kundak bezine; yeleğinden, patiğine; tığ işli el bezlerinden, rahmetli Atiye  Anne’nin banyo lifine; bakır tabağından, nazar boncuğuna; civan perçeminden, çörek otuna; loğusa şekerinden, gül lokumuna; basma geceliğinden, kırmızı yemenisine ve dostlar, arkadaşlar ve akrabaların hazırladığı, son dakikada kargoyla ve uçuş kontrolundan bile  sonra havaalanında yetişen minicik bebek giysilerine ve hatta cibinliğine kadar…

Tuliş’in dolabının seçimi,  yerleştirilmesi, kumaşçı bulup, babaannenin dikiş makinesini alıp minik yatakları için yeni çarşaf takımının, pikelerin, yatak örtülerinin dikilmesi gibi son dakika hazırlıkları…  

Günler yaklaştıkça heyecanımız da doruktaydı. Artık her an her şey olabilirdi. Doğal Doğum Merkezi’ndeki personel sayısı hafta sonunda yetersiz olduğundan “Hafta sonunda gelmez inşallah.”  deyişimizi duyan Toprak pazartesi günü gelmeye karar vermişti.  Pazartesi sabaha karşı yavaş yavaş başlamış meğer sancılar. Ben Luna’yla her sabah kanal boyunda yaptığımız yürüyüşten eve döndüğümde Luca elinde kalem kağıt sancı aralıklarını hesaplıyordu. Sancılar 6-7 dakikada bir gelmeye başlamıştı. Doğal Doğum Merkezi’nden 9 ay önceden randevu almıştı Zeynep. Sancılar sıklaşınca Luca, Teressa Ebe’yi aradı. O da “2 saat daha bekleyin, sancılar 4 dakikada bir gelmeye başlayınca gelirsiniz Merkez’e” dedi. Ancak kötü bir haberi vardı: Öğleden sonra görevli olan yardımcı personel gelemeyecekti. Merkezi geçen hafta bir kez de birlikte ziyaret etmiştik. Çift kişilik yatak, yanından bebek yatağı, suda doğum yapmak için doğum küveti, gerektiğinde asılıp kuvvet alınacak tavana asılı ip, doğum sandalyesi, büyük bir topu olan, doğum sürecinin müzik eşliğinde aileyle birlikte yaşanabileceği ve gerektiğinde doğal, tıbbi bitki ürünlerinin (bizim doğal beslenme grubunda sıkça söz ettiğimiz aynı safa-calendula officinalis tentürü, arnika-arnica tentürü, bal vardı listelerinde) kullanılacağı bir merkez. Bir gece kalınacak ve ertesi gün eve çıkılacaktı. Hemen hemen anneannelerimiz eski günlerde doğurdukları gibi…

 

 

 

 

 

 

 

Teressa Ebe’nin önerdiği gibi sancıları su içinde geçirmeye karar verdi Zeynep. Küveti doldurduk hemen. Ilık su içinde atlatmaya çalıştı sancıları, sanırım yardımcı oldu ılık su. Sancı gelince Zeynep’in yüzünde gördüğüm acıyı yazarak ifade etmem çok zor. Doğum sancısını bir çeken bilir derler ya…Her ne kadar Zeynep de bana aynı sancıları 27 sene önce 26 Nisan gecesi 12 saat yaşattıysa da en ufak bir sancı acısı yok belleğimde. Silinmiş gitmiş…Demek ki  uğruna çekilene değen, unutulan bir acı. Artık dört dakikaya düşmüştü kasılma aralıkları. Önceden hazırladığımız valizlerdeki son eksiklerimizi de tamamladık hemen. Bir küçük bal kavanozu, biraz da bisküvi. Her hangi bir sorunla karşılaşıldığında Merkez’in hemen yanındaki Doğum Hastanesine geçileceği için her iki yer için iki ayrı valiz hazırlamıştık. İstekleri, listeleri ayrı ayrıydı.

Buralarda bizim usulden yoğurt bulunmadığı için bir gece önce yoğurt mayalamaya çalışmıştım Almanya’dan gelen kutu ayran’la. Sabah baktığımda tutmadığını görünce pek de şaşırmadım, ne de olsa tuz vardı ayranın içinde. Zeynep sancı çekerken ben bir yandan da tutmayan süte limon sıkıp kaynatarak çiğleme çökelek yapmaya uğraşıyordum. Diğer  yandan da birkaç gün önce aldığımız sosluk domatesin bozulmaya başladığını görünce de domatesleri bir an önce pişirip kavanozlayıp konserve yapmayı  koymuştum kafama…Hastanede uzun kalırsak çürümesin diye. Ne de olsa bir sürü para vermiştik bu garip memlekette. Kızım can derdinde, ben ise sos derdinde. Olacak iş mi ? Yoksa heyecandan kendimi oyalamaya mı çalışıyordum ne?

Merkez eve 10 dakika mesafedeydi. Yol boyunca gelen sancıların dakikalarını da kaydederek ulaştık Merkez’e. Teressa Ebe muayene odasına aldı Zeynep’i. Açılma başlamıştı ve 2 santimdi. Ancak akşam sekize kadar başka görevli yoktu, tek başınaydı. Bu durumda öğleden sonrası için merkezde doğum yapması riske giriyordu, gidip hastanedeki baş ebe ile görüşmeliydi. Yanımızdan ayrıldı. Biraz sonra sorumlu iki ebe ile birlikte geldi hastaneden. “İsterseniz şimdi hastaneye gelin, sizi cihaza bağlayalım ve sürece bakalım, eğer doğum sekizden sonraya kalacak gibi olursa Merkez’e dönersiniz ancak daha önce gerçekleşecek gibi olursa Merkez’de yeterli görevli olmadığı için izin veremeyiz, doğumu hastanede gerçekleştiririz.” dediler. İtalya’daki ekonomik kriz sağlık kurumlarını da etkilemişti. Bölgede kendi alanında tek olan Merkez’in zaten gönüllü desteklerle, zorla yürüyen sistemini sürdürebilmek için gerekli personeli ayıramıyorlardı.  Mecburen hastaneye geçtik. Kasılmaları kaydeden bir cihaza bağladılar Zeynep’i. Sonra da bizi dışarı çıkardılar. Luca’yı çağıracaklardı gerektiğinde. Bu arada hastanenin girişini, bekleme salonu görülmeye değer. Metro istasyonu gibi…Doğumu bekleyen babaların, yakınların yazdığı mesajlarla dolu her yer; duvarlardan  yere, yerden tavana, sandalyelerin üstüne, meşrubat dolaplarına kadar. Oldukça yaratıcı sözler de olduğunu söyledi Luca. Genellikle “hastaneye geldikleri tarih ve saat, bebeğin doğduğu saat, kilosu ve boyu, adı,  beklerken hissettikleri” yazılıydı. Hem de püskürtme boyalarla, kocaman kalemlerle, rengarenk yazılarla. İnsanın buranın hastane girişi olduğuna inanası gelmiyor. Hastane görevlileri birkaç kez temizlemiş ama başa çıkamayınca bırakmış. En son temizliği 2008’de yapmışlar anlaşılan. Gördüğüm en eski kayıt 2008’e aitti. Bilsem ben de fırçalarla gelir, yazıya çıkardım eski günlerdeki gibi: “Yaşasın Tullio Toprak”,  “Tullio Toprak’ın Gelişi Engellenemez!”

Zeynep’in valizini istediler önce. Bir yarım saat sonra da Luca’yı çağırdılar. Demek ki süreç rayına girmişti. Zeynep babaanne ve dedeye haber verilmesini istememişti telaş etmesinler diye. “Sona doğru haber verelim .”demişti.  Luca da içeri gidince yalnız kalmıştım dışarıda. Okuyacak bir kitap almamışım yanıma. Sigara da içmiyorum, nasıl geçecek bu heyecanlı bekleyiş? Etraftaki insanlarla da sohbet edemiyorum İtalyanca konuşamadığım için…Kendimi kötü hissettim, elin memleketinde yalnız.  Türkiye’de olsak bir sürü arkadaşıma, akrabama haber verirdim, hep birlikte beklerdik. Merkez’e ulaştığımızda en yakınlarımıza haber vermiştim Zeynep’in haberi olmadan.  En azından onlar da Türkiye’de bekliyordu. Sonra Luca haber verdi anne ve babasına. O arada Zeynep telefon etti içerden. Her şey iyi gidiyordu, artık açılma son noktalardaydı,  ancak çok sancı çektiği ve gücü tükendiği için epidural istemişti.”Anneciğim seni çok seviyorum.” dedi. “Ben de onu çok seviyordum, yavrum.” dedim.  Sanki biraz suçluluk duyar gibiydi ses tonu. Oysa beden onun, karar onundu. Kimse çektiği acıyı onun kadar iyi bilemezdi. Süreci biraz daha rahat atlatmak isteği son derece olağandı. Her kadın kendi bedeni ile ilgili istediği tasarrufa kendi sahip olmalıydı; normal doğum, epiduralli doğum, sezeryan…Tabi her birinin doğum sonrası yarar ve zararlarını iyi hesap ederek ve buna katlanmayı göze alarak.

Esas heyecanım Zeynep’in telefonundan sonra başladı. Yerimde duramaz olmuştum, bir içeri bir dışarı çıkıyordum, gözüm kapıda. Neyse ki Graziella ve Tullio  geldi bu arada. Onlarla konuşurken vakit geçmeye başladı. Ancak süre uzamaya başlayınca yine içimi aldı bir sıkıntı. Zeynep arayalı iki saati geçmişti, bir haber yoktu. Bu arada bir ebe kapıya geldi. Hemen Zeynep’in durumunu sorduk, “Şu anda bebeği itiyor, süreç normal.” dedi. Biraz rahatladık. Bir saat sonra tam artık yeniden telaşlanmaya başlamışken beklediğimiz telefon geldi içerden. Luca’dı arayan.  Beklenen an gelmiş, Tuliş dışarı çıkmış,  anneye bağlı olduğu kordondan ayrılmış, özgürlüğünü çığlık atarak ilan etmişti.  Çok sağlıklıydı, her şey yolundaydı ve yarım saat sonra onları görecektik. Sevinç gözyaşlarımı tutmam mümkün değildi. Mendilim de yoktu yanımda. Burnumu koluma sile sile sarıldım Graziella’ya. Yarım saat sonra içerde, Zeynep ve Tuliş’in yanındaydık. Kara saçlı, beyaz tenli sakin bir bebek yapışmıştı annesinin memesine. Emip duruyordu.

Her ikisi de çok iyi, çok sağlıklıydı.  Zeynep hiç yorgun görünmüyordu, sanki saatlerce doğum sancılarını çeken o değil. Canım, güçlü kızım benim. Bebiş de sanki bir saat önce doğmamış gibi. Bir mucizeydi yaşadığımız. İçim içime sığmıyordu. Gümüş nazar boncuğunu taktım hemen yastıklarına. Her ikisine de nazar değmesin idi.  Batıl inanç olsa da…Ya değerse? Bir yarım saat Tuliş’in annesini emmesini seyredip fotoğraf çekmemize izin verdiler. Sonra da “Hadi artık gidin.” dediler. Zeynoş’u,  güzel kızımı ve bebişi öptükten sonra istemeden çıktık odadan. Luca da ben de heyecan yorgunluğuyla, tuhaf bir ruh hali içinde ayrıldık hastaneden. “Eve dönmek istemiyorum, oğlum ve karımla kalmak istiyorum.” diyordu Luca. Ben de öyle. Minnacık bebeği ve güzel kızımı bırakmıştık hastanede…Doğum eğer Doğal Doğum Merkezi’nde olsaydı, Luca onlarla birlikte uyuyacaktı. Kendini ona göre hazırlamıştı. Pijamaları valizdeydi. “Ne yapalım, durumu  kabul etmek zorundayız. “ deyip kös kös döndük eve.  Eve girerken yeni bebek sahibi olan bir komşu ile karşılaştık. Haberi vardı hastanede olduğumuzdan. Kutladı ve bize bir tava yemek getirdi. Buralarda da komşuluk ölmemiş anlaşılan. Bir şeyler yedikten sonra ilk işim eşe dosta telefon etmek ve hemen facebook’a fotoğraf yükleyerek sevincimi sevdiklerimle paylaşmak oldu. Gece nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum.

Bu sabah aklım hastanede uyandım. Acaba nasıllardı? Bebek emiyor muydu? Karnı doyuyor muydu?

Luca resmi işler için hastaneye ve ardından da nüfus idaresine gitmek için çıktı evden. Ben de belki Zeynep’e götürebiliriz diye bir güzel tarhana çorbası yaptım, sonra da adet olduğu üzere “Lohusa Şerbeti”.  Bütün malzemesini getirmiştim Türkiye’den. Zeynep akıl etmişti. Biraz internetten tarif aldım, biraz da kendi yorumlarımı katarak başladım yapmaya. Ümmüşen de tarif etmişti.O “Kaynar” diyordu loğusa şerbetine, cevizli mevizli, sıcak içilen, Adana usulü. Önce kocaman bir tencereye loğusa şekerini, toz şekeri ve suyu koydum. Sonra biraz ısınınca ve erimeye başlayınca biraz çubuk tarçın, biraz karanfil, biraz yeni bahar, biraz zencefil, biraz havlıcan, biraz karabiber, biraz muskat ekledim. Her şey göz kararı…Nasıl güzel bir koku sardı evi. Rengi koyu pembe olana kadar yaklaşık yarım saat kaynattıktan sonra kapattım ateşi. Güzel bir şerbet sürahisi buldum dolaplarda. Sürahiler  kırmızı kurdele ile süslenirmiş. Kırmızı kurdele de buldum evde. Güzel bir fiyonk diktim. Şerbeti soğutup doldurdum sürahiye. Rengi öyle güzeldi ki, hemen fotoğrafını çektim.

 Saat dörtteki ziyaret saatine ancak yetiştik. Benim elimde loğusa şerbeti şişesi, Luca’nın elinde resmi kağıtlar, girdik hastaneye. Dört kişilik odalardan birinde yatıyordu Zeynep. Bizi bekliyordu. Heyecanla Tullio Toprak ile ilk günü nasıl geçirdiğini anlattı: Altını değiştirmeye çalışırken Tuliş’in nasıl fıskiye gibi çiş yapıp bütün yatağı ıslattığını, memeyi kapışını, vıyak vıyak bağırıp ortalığı ayağa kaldırışını…Ziyaret saatinde bebekleri “bebek odası”na götürmüşlerdi. Camdan görebilecektik. Şerbet içtik birlikte. Zeynep sürahiyi çok beğendi.

Babaanneler de gelince bebek odası’na gittik. Tuliş’in yatağı en öndeydi. Bulmamız kolay olmuştu. Adı: Gunes.  Doğum tarihi: 26 Eylül Saati: 19.40. Kilosu: 3.200 kg. Doğum şekli: Normal Doğum. Mışıl mışıl uyuyordu. Bizim baktığımızı mı fark etti nedir, kıpırdanmaya, elini kolunu sallamaya, ağzını burnunu oynatmaya başladı, sonra da vıyaklamaya…

 

 

 

Tullio Toprak Hastanede en fazla birbuçuk gün dayanabildi sonra eve kaçtı:)

Hoş geldin bebek. Yaşamak sırası sende…

Süheyla Doğan

Tullio ToprakIn Annannişi

27  Eylül 2011

Ostia Antica-Roma/İTALYA

 

Fotoğraflar:

https://picasaweb.google.com/118187160167715396203/ToprakTullio#

Genel içinde yayınlandı | 11 Yorum

dikenini sevsinler senin…

dikenini severim senin…

 

Öyle şirinler ki… Daha önce büyüklerini görmüştüm ama yavrularını görmemiştim. İstemeden bozduk habitatlarını.( Sizden çok özür dilerim sevimli şeyler…)

Elimde çapa, komşumuzun epeydir girilmeyen bahçesinin adam boyu otlarını temizliyorduk. Çapa birden sert bir şeye çarptı, Yüksek otları yolunca alttan çukurun içinden bir adet dikenli top çıktı. Ne olduğunu anlamadım. Çapanın ucuyla itince, altında da iki tane küçük dikenli top göründü. Sonra baktım toplar hafif hafif nefes alıyor. O zaman anladım ne olduklarını… Allahtan yavaş vurmuşum çapayı. Sessiz, serin bir yere, ağaç gölgesine otların içine yuva yapmışlar.

 

 

Elime almaya çekindim. Gülşen’e verdim eldivenleri, o aldı minik topları eline,  evirdi, çevirdi, bir türlü açılmıyorlardı.  Çok korkmuşlardı…

Üstlerine su dökünce açılırlarmış. Nice sonra biraz açıldılar ve o zaman gördük ayacıklarını, kollarını… Birkaç fotoğraf çektikten sonra geri yerine koyup üstlerini otla örttük.

Bir yandan işimize devam ettik, bir yandan da sohbet ettik; “Eskiler onun için kimya yer derdi.” dedi Müzeyyen Abla. “Kimya Yemek ne demek ?” diye sordum, “Bilmiyorum.” dedi. Gülşen de “Altını ıslatan çocuklar ve egzama için birebir derler .”  dedi. Bir keresinde Müzeyyen Abla egzaması için  bir kirpi yakalamış, dikenli  derisini soymuş ve   etini pişirmiş. Ancak içini açtığında bir sürü kurtçuk gördüğü için sonradan içine sinmemiş ve yemeği yemekten vazgeçmiş. Hasta olan yaşlı bir komşusu varmış, yemeği ona götürmüş. Tabi kadına ne eti olduğunu söylememiş. Kadın ertesi gün ”Ben hiç bu kadar lezzetli et yememiştim, o neydi öyle?” demiş. Müzeyyen Abla da hiç bozuntuya vermemiş: “Kuzu eti.” demiş.

Bir ara birde baktık ki, bizim dikenli büyük top yok olmuş, küçük toplar yerinde duruyor. Hay Allah, nereye gider, yavruları neden bıraktı derken odunların arkasına saklandığını ve kafasını odunların içine gömdüğünü fark ettik. O bizi görmeyince biz de onu görmüyoruz sanıyor sanki.  Korkmuş olmalı. Geri getirip yavrularının üstüne koyduk, üzerlerine de biraz ot daha koyduk…

Akşamüzeri işimizi bitirip eve gittik. Acaba ormana mı götürüp bıraksaydık diye de kara kara düşündük. Haklarında hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. O akşam vikipedi’ye baktık bu konuda neler var diye… İlginç bazı bilgiler edindik; meğer bizim şirin dikenli toplar insanlardan yedi bin kat daha fazla dayanıklıymış tetanus zehirine karşı. Zehirli yılanları yerlermiş, hiçbir şeycik olmazmış. Müzeyyen Abla’nın “kimya” sözcüğünün sırrı çıktı ortaya… Gececil, böcekçil bir memeliymiş;  börtü böcek, kurbağa, salyangoz, sümüklüböcek, yılan, fare gibi hayvanlarla beslenirmiş. Demek ki fareli köye biraz bırakmak lazımmış. Yılanlardan korkanlar da bahçesinde besleyebilir.  Laktoz intolerans’ları olduğu için süt içemez, ölürlermiş. Siz siz olun bahçenize gelenleri sütle beslemeye kalkmayın.

Nesli tükenmekte olduğundan avlamak, öldürmek yasaklanmış ve korunan hayvanlar listesine alınmış, çok iyi olmuş.   Onsekiz yıla kadar yaşarlarmış. Koku ve sese karşı çok duyarlılarmış, daha çok gece hareket ederlermiş.  Koşabilir, tırmanabilir, hatta yüzebilirlermiş.  Bir hayvanda yaklaşık 6000 diken varmış.  Dikenli olduğuna bakmayın,  barışçıl bir hayvanmış; dikenlerini saldırı değil de yalnız savunma amaçlı kullanırmış. Yuvasına taşımak istediği ot yaprak vb. şeylerin üzerinde yuvarlanır, dikenlerine batmasını sağlar ve dikenleriyle taşırmış. Birkaç çeşidi varmış; Ak göğüslü, Doğu Avrupa, Batı Avrupa, Amur kirpisi gibi.

Hanefi ve Hambeli mezheplerinde haram, şafi ve maliklerde ise helal sayılırmış. Kemalüddin Ebi Abdullah Muhammed El Demi  tarafından 1262 yılında yazılan Osmanlıca Hayat’ül Hayvan (orijinal adı Fi Garaibü’l Mahlukat) adlı kitaba göre egzama, hemoroid ve fil hastalıklarına iyi gelirmiş.

Oklu kirpilerin adi kirpilerle hiçbir yakınlığı yokmuş. Oklu kirpiler kemirici, otçul hayvanlarmış.  Oklu kirpilerin tehlike karşısında oklarını fırlattığı ise bir tevatürmüş. Ama sanırım okları ile epeyi hayvanın canını yakıyor ki, yine internette karşılaştığım bir videoda bir sürü arslan,  bir oklu kirpi ile baş edemiyor ve pes edip kaçıyor. Eski Yunan şairlerinin birinin şiirlerinde de tilki ile kirpinin mücadelesi yer almış, tilki çok şey bildiği halde tek bir şey bilen kirpi her zaman kazanırmış.

Ertesi gün bahçede bulamadığımız dikenli toplarımızın yok olmaması dileğiyle,

Sağlıklı kalın.
Süheyla Doğan

Nusratlı Köyü

Ayvacık/ÇANAKKALE

24.06.2011

Genel içinde yayınlandı | 4 Yorum

binbirdelikotu

Binbir Delik Otu: Sarı Kantaron

Yapraklarında nokta şeklindeki sayısız şeffaf yağ bezlerinden dolayı “binbirdelik otu” adını yakıştırmış halk ona. Ne güzel bir isim…Sarı, küçük çiçekleri ile öylesine narin. Narin olduğu ölçüde seçici. Öyle her yerde kolay kolay yetişmiyor. Ama bizim zeytinlik sevdiği yerlerden:) Mor çiçekli kekiklerle birlikte kardeş kardeş yetişiyor. Birkaç yıldır tarlayı sürmediğimizden dolayı çok mutlular. Tohumlarını rahat rahat etrafa saçıp, istediğinde topraktan başını çıkarıyorlar. Yağmurlar da bol bol yağınca keyiflerine diyecek yok.

Birkaç haftadır kantaronların toplanma zamanıydı. Biz de sepetlerimizi koyduk arabaya ve doğru zeytinliğe…Mecit fotoğraf çekerken ben hemen başladım toplamaya. Bol yağmurlu bir bahar geçirdiğimizden otlar belimize kadar çıkmış.

Her türlü börtü böceğe ve sürüngenlere karşı çizmelerimiz ayaklarımızda. Görmeden üzerine bastığımız kekiklerin kokusu yayıldı her yere. Ben makasla toplamayı tercih ettim kantaronları, Mecit ise eliyle kopararak. Yeniden üremelerini sağlamak için yeteri kadar kantaron bıraktıktan sonra iki koca sepeti doldurduk.

Eve gelir gelmez kantaronlar daha tazecikken hemen beş litrelik halis zeytin yağımıza bastık kıydığımız yarım kilo kadar kantaronu. Cam kavanozun ağzını kapatarak güneş alan bir penceremizin içine koyduk. Ertesi gün sabahın serinliğinde yürüyüşe çıkıp biraz çam filizi ve ladenotu çiçekleri de toplayıp ekledik kavanoza. Birkaç hafta içinde yağın renginin kırmızıya dönüştüğünü göreceğiz. Bu dönüşümü görmek öylesine zevkli ki… Okuduğum ders kitaplarıma göre bilimsel adı “hypericum perforatum” olan sarı kantaronun içindeki hiperisin maddesi nedeniyle oluşuyormuş bu kırmızı renk.

Beş demet taze kantaronu hemen Ceyhan Hocama kargoyla yolladıktan sıra geldi kantaronları demet yapmaya…İki koca sepeti koydum önüme. Tek tek boylarını ayarlayıp birer birer demet yaptım. Fazla saplarını kesip sicimlerle bağladım demetleri. Evimizin serin, fazla ışık almayan bir köşesinde tavana baş aşağı asma işi de Mecit’in. Kuruyacak bitkilerin bir kısmıyla tentür yapacağız, kalanını da çayı için saklayacağız.

Ders kitaplarımda yer alan kantaronla ilgili bazı bilgileri paylaşayım:
“Dünyada ticareti yapılan tıbbi ve aromatik bitkiler içerisinde önemli bir yere sahip. Avrupa’da ve özellikle Almanya’da ginkgo biloba ve atkestanesinden sonra üçüncü sırada yer alıyor. Satış değeri açısından ruhsatlı bitkisel ilaçların kaynakları arasında dördüncü sırada yer alıyor. Ülkemizde elli civarında türü var. Bitkinin aşırı kullanımı ve kullanım sonrası güneş ışığına maruz kalınması durumunda ciltte lekeler oluşabiliyor. Yaprakları ve çiçekli dal uçları özellikle son yıllarda antidepresan etkilerinden dolayı çeşitli formlarda yoğun bir şekilde kullanılıyor. Almanya’da ruhsatlı ilaç ve tıbbi çay olarak hafif ve orta derecedeki depresyonun tedavisinde kullanılıyor. ABD’de tentür ve sulu ekstre halinde gıda desteği olarak, yağı haricen, kuru ekstresi ise kapsül ve tablet halinde kullanılıyor. Antidepresan etkisi klinik deneylerle kanıtlanmış. İçindeki maddeler; kateşik tanen, proantosiyanidinler, flavonoitler (hiperozit, rutin, kesretin), biflavonoitler (biapigeninler), floroglusinol türevleri (hiperforin, uçucu yağ, naftodiantronlar( hiperisin, ve psödohiperisin), ksantonlar, steroller, vitaminler (A ve C). Ülkemizin de 1994 yılında kabul ettiği Avrupa Farmakopesinde bitkisel drog monografları arasında “hyperici extractum” adıyla sarı kantaron ekstresi olarak yer alır.
Dahilen depresyon, anksiyete gibi geçici nörolojik hastalıklarda, ayrıca orta şiddetli depresyon, huzursuzluk, anksiyete ve uyku bozukluklarında kullanılır. Ancak etkisini üç haftada gösterir. Yağlı preperatları birinci derece yanıklar, ezikler, kas ağrılarında kullanılan iyi bir antiseptik ve ağrı kesicidir. Kantaron yağı ile masaj romatizma, siyatik ağrıları ve boyun kaslarının gerginliğinde çokça tercih edilir. Ayrıca kantaron yağının zona hastalığını da tedavi ettiği bilinir.
Yan etkileri: Kantaronun anan bileşenlerinden bir tanesi olan hiperisinin önemli bir antidepresan gibi beyinde monoamin oksidaz (MAO) inhibitörlerine benzer etki gösterdiği bildirilmiştir. Tiramin isimli amino asiti yüksek oranda taşıyan gıdalarla birlikte MAO inhibitörlerinin karışması pek çok tehlikeli gıda-ilaç etkileşimine neden olmaktadır. Bu etkileşimden doğan semptomlar hızlı kan basıncı yükselmesi, baş ağrısı, felç ve en kötüsü ölümdür. Uzun süre dahili kullanımda özellikle sarışınlarda ışığa duyarlılık görülür. Ayrıca aşırı kullanım göz ve ağız mukoz membranlarında iltihaplanmaya da neden olabilir.
Kontrendikasyonları: reçeteli antidepresanlarla birlikte kullanılmaz. Hamilelikte uterusu aşırı uyararak çocuk düşürmeye neden olabileceği için önerilmez. “
Halk arasında kullanımı: Yağı-haricen; yara ve yanık tedavisinde. Çayı-Tentürü-dahilen; mide ve romatizma ağrılarının giderilmesinde ve iştahsızlığa karşı.

Fitoterapide kullanıldığı hastalıklar: Anksiyete, depresyon, analjezik etki, artrit, gut hastalığı, karaciğer ve safra yolları, broşiyal astım, yara, yanık.”
Kaynaklar:
1.“Tıbbi ve Aromatik Bitkilerin Kullanım Alanları ve Etiği”. Anadolu Üniversitesi Yayını. No: 2098
2.“Tıbbi ve Aromatik Bitkisel Ürünlerin Üretimi ve Kalite Kontrolu”. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2109
3.“Tıbbi ve Aromatik Bitkilerin Temini ve Pazarlanması”. Anadolu Üniversitesi yayını No: 2099.

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın